16 Şubat 2013 Cumartesi


Anne Hathaway’in moda ile imtihanı!
Güzel kadınlar, bakımlı erkekler, yüksek topuklar, ışıltılı partiler... ‘The Devil Wears Prada’, bizleri moda dünyasının karşı konulmaz cazibesinin perde arkasına davet ediyor.
Mezun olduktan sonra gazeteci olmak hayaliyle yanıp tutuşan Andy, milyonlarca genç kızın sahip olmak için bileklerini keseceği bir iş bulur. ‘Chanel’, ‘Prada’ ve ‘Armani’nin sadece havalı birer isim olduğunu düşünen Andy’nin burun kıvırdığı bu iş, Runaway Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni olan Miranda Priestly’nin özel asistanlığıdır. Runaway, dünyanın en iyi moda dergisidir ve Andy’nin modayla ilgili tek düşüncesi, moda insanlarının ‘sığ’ olduğudur. Ne var ki, onun için bu dünyaya alışmak, Miranda’yla çalışmaktan daha zor olmayacaktır. Andy, bir gün ‘saygın’ bir gazetecei olmak umuduyla Miranda’nın bütün garip ve aşağılayıcı davranışlarına tahammül etmek zorundadır. İşin güzel kısmı ise, ‘tahammül etmek’ bir süre sonra yerini ‘zevk alma’ya bırakır. Her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de...
Oscar adayı Anne Hathaway ve Oscar ödüllü Meryl Streep’e, Emily Blunt, Stanley Tucci eşlik ediyor. Filmin yakışıklı erkek kontenjanını ise Simon Baker (The Mentalist) ve Adrian Grenier (Entourage) dolduruyor. Lauren Wintour’un aynı adlı kitabından uyarlanan film, tıpkı kitapta da olduğu gibi oldukça eğlenceli ve sürükleyici bir anlatıma sahip. Sıradan bir genç kızın, kendini ispat etmek ve bulunduğu dünyaya adapte olabilmek için geçirdiği evrim ise Anne Hathaway tarafından başarılı bir şekilde ekrana yansıtılıyor. Hathaway’in, rolüne hazırlanmak için New York’ta bir müzayede salonunda bir hafta boyunca gönüllü olarak asistanlık yaptığını da es geçmemek gerek. Meryl Streep’in olağanüstü oyunculuğu ise bu kadının neden on yedi kez Oscar’a aday gösterildiğini bir kez daha gözümüze sokuyor. Miranda Priestly rolü de Meryl Streep’e bu onyeni adaylığından birini getirdi.
‘The Devil Wears Prada’, moda ve medya devleri tarafından çizilen ‘büyülü dünya’nın sadece bir imajdan ibaret olduğunu gösteriyor. ‘The Devil Wears Prada’, moda dünyasının şeytani yüzünü gözler önüne sererken bizleri de New York ve Paris’in nefes kesen manzarasından mahrum bırakmıyor.
Kim bu Miranda Priestly?
Film, bir dönem Anna Wintour’un da asistanlığını yapmış olan eski gazeteci Lauren Weisberger’in aynı adlı kitabından uyarlandı. Weisberger kitabı sadece Vogue’da yaşadıklarından hareketle yazmadığını söylese de Wintour ve Miranda’nın ortak yönleri hayli dikkat çekici. Wintour’la çalışanlar verdikleri röportajlarda, onun Miranda’nınkine benzer çalışma prensipleri olduğunu söyledi. Filmde Mirand

Anne Hathaway’in moda ile imtihanı


Anne Hathaway’in moda ile imtihanı!
Güzel kadınlar, bakımlı erkekler, yüksek topuklar, ışıltılı partiler... ‘The Devil Wears Prada’, bizleri moda dünyasının karşı konulmaz cazibesinin perde arkasına davet ediyor.
Mezun olduktan sonra gazeteci olmak hayaliyle yanıp tutuşan Andy, milyonlarca genç kızın sahip olmak için bileklerini keseceği bir iş bulur. ‘Chanel’, ‘Prada’ ve ‘Armani’nin sadece havalı birer isim olduğunu düşünen Andy’nin burun kıvırdığı bu iş, Runaway Dergisi’nin Genel Yayın Yönetmeni olan Miranda Priestly’nin özel asistanlığıdır. Runaway, dünyanın en iyi moda dergisidir ve Andy’nin modayla ilgili tek düşüncesi, moda insanlarının ‘sığ’ olduğudur. Ne var ki, onun için bu dünyaya alışmak, Miranda’yla çalışmaktan daha zor olmayacaktır. Andy, bir gün ‘saygın’ bir gazetecei olmak umuduyla Miranda’nın bütün garip ve aşağılayıcı davranışlarına tahammül etmek zorundadır. İşin güzel kısmı ise, ‘tahammül etmek’ bir süre sonra yerini ‘zevk alma’ya bırakır. Her ne kadar kendisi bunu kabul etmese de...
Oscar adayı Anne Hathaway ve Oscar ödüllü Meryl Streep’e, Emily Blunt, Stanley Tucci eşlik ediyor. Filmin yakışıklı erkek kontenjanını ise Simon Baker (The Mentalist) ve Adrian Grenier (Entourage) dolduruyor. Lauren Wintour’un aynı adlı kitabından uyarlanan film, tıpkı kitapta da olduğu gibi oldukça eğlenceli ve sürükleyici bir anlatıma sahip. Sıradan bir genç kızın, kendini ispat etmek ve bulunduğu dünyaya adapte olabilmek için geçirdiği evrim ise Anne Hathaway tarafından başarılı bir şekilde ekrana yansıtılıyor. Hathaway’in, rolüne hazırlanmak için New York’ta bir müzayede salonunda bir hafta boyunca gönüllü olarak asistanlık yaptığını da es geçmemek gerek. Meryl Streep’in olağanüstü oyunculuğu ise bu kadının neden on yedi kez Oscar’a aday gösterildiğini bir kez daha gözümüze sokuyor. Miranda Priestly rolü de Meryl Streep’e bu onyeni adaylığından birini getirdi.
‘The Devil Wears Prada’, moda ve medya devleri tarafından çizilen ‘büyülü dünya’nın sadece bir imajdan ibaret olduğunu gösteriyor. ‘The Devil Wears Prada’, moda dünyasının şeytani yüzünü gözler önüne sererken bizleri de New York ve Paris’in nefes kesen manzarasından mahrum bırakmıyor.
Kim bu Miranda Priestly?
Film, bir dönem Anna Wintour’un da asistanlığını yapmış olan eski gazeteci Lauren Weisberger’in aynı adlı kitabından uyarlandı. Weisberger kitabı sadece Vogue’da yaşadıklarından hareketle yazmadığını söylese de Wintour ve Miranda’nın ortak yönleri hayli dikkat çekici. Wintour’la çalışanlar verdikleri röportajlarda, onun Miranda’nınkine benzer çalışma prensipleri olduğunu söyledi. Filmde Mirand

İyi şanslar dostum


İYİ ŞANSLAR DOSTUM!
Jessica Alba ile Dane Cook’u bir araya getiren romantik komedi “Good Luck Chuck,
birlikte olduğu kadınları bir türlü elinde tutamayan, sonsuza dek lanetlendiğine inanan
Charlie’nin eğlenceli hikâyesi…
Charlie’nin bir derdi var. Birlikte olduğu bütün kadınlar ondan ayrıldıktan sonra gerçek aşkı buluyor ve soluğu nikâh masasında alıyor.
Charlie ise bu durumdan son derece mustarip… Genç, yakışıklı, hali vakti yerinde, yani bir kadının isteyebileceği türde,
kriterleri karşılayan bir erkek… Lakin bir türlü kız arkadaşlarını elinde avucunda tutamıyor.
İşin kötü yanı, kadınlar arasında bir kasırga hızıyla yayılan “Charlie’yle çık, hayatının aşkını bul” dedikodusundan sonra kadınlar için Charlie, evlilikten önceki son adım olarak nam salıyor. Bunun nesi kötü diyenleriniz olacaktır. Başta Charlie de kendisine doğru akan kadın selini görünce bunu bulunmaz bir avantaj olarak algılıyor. Ne var ki karşısına kaybetmek istemediği bir kadın çıkınca fikrini değiştiriyor ve üstündeki laneti atmanın yollarını aramaya başlıyor. Hem de son derece deneysel ve bir o kadar da eğlenceli yöntemlerle… Gelin, filmin hikâyesine kısaca göz atalım:
Charlie’nin paradoksu
Yıl 1985… 12 yaşındaki Charlie bir partide oynanan şişe çevirmece oyununda Anisha adındaki bir kızın istediklerini yapmadığı için sonsuza dek lanetlenir: Sevdiği bütün kadınlar onu terk edecek, hemen sonra hayatlarının aşklarını bulacaklardır.
Yıllar sonra otuz yaşlarındaki Charlie, yakışıklı ve bekâr bir diş hekimidir. Plastik cerrah olan çocukluk arkadaşı fırlama Stu ile yan yana ofislerde çalışmaktadır. Charlie son kız arkadaşı Carol tarafından yeni terk edilmiştir. Bir düğünde deniz biyologu Cam ile tanışır. Son derece güzel ve arkadaş canlısı olan Cam, sakar olduğu kadar da sevimli bir kadındır. Charlie’nin gününü gün eden bir playboy olduğunu düşündüğü için başta teklifini reddeder. Ancak daha sonra Charlie ile çıkmaya ikna olur.
Bu sırada Charlie’nin şehirdeki kadınlar arasında şöhreti doruğa çıkmıştır. Hayatlarının aşkı ile tanışıp evlenmek isteyen bütün kadınlar, Charlie’nin kapısında kuyruğa girmiştir. Charlie ise, Cam’den çok hoşlandığı halde bu kadın seline karşı koyamaz. Ancak Charlie bir süre sonra çok kadının hiç kadın olduğunu kavrayacaktır. Ne var ki çok hoşlansa da Cam’le yakınlaşmaktan kaçınır çünkü onunla yatarsa, Cam’in hayalindeki erkeği bulmak için onu terk edeceğine neredeyse emindir. Charlie bu paradoksu çözmek için acilen harekete geçecek, üstüne yapışan laneti atıp Cam’le hayatını birleştirmek için önce geçmişten birini, onu lanetleyen Anisha’yı ziyaret edecektir.

Bebek-liyoruz


Bebek-liyoruz
Çocuk sahibi olmaya karar veren beş çiftin büsbütün değişen hayatlarının büyülü, tuhaf, eğlenceli anlarına tanık olmaya ne dersiniz?
“Çocuk sahibi olmak” bir çiftin hayatını derinden etkileyecek en büyük kararlardan biri. Her şeyden önce “aşkınızın meyvesinin” gelişi, eski yaşantınıza veda etmek demek. Bundan sonra her anını baş başa geçirdiğiniz günlere, iki kişiden oluşan huzurlu yaşantınıza elveda deyin; çünkü artık atacağınız her adımda önceliğiniz o olacak.
Aslında bu açıdan bakınca çocuk sahibi olmak pek de akıl kârı görünmüyor öyle değil mi? Hele hele de “hamilelik” denen o sıkıntılı sürece katlanmak! Bedeniyle barışık bir kadın için bile bambaşka bir sınav hamilelik. Günler günleri kovalarken büyüyen bir göbek, vücuttaki değişimler ve endişeli bekleyişle mücadele etmek hiç de kolay değil. Baba adayı için de durum pek farklı sayılmaz. Yeni misafirin bütçede açacağı gediğe mi kafa yorsub, hamile eşinin kaprisleriyle mi baş etsin?
Biricik bebeğiniz bu dünyada mutluluğunuzu perçinleyecek en mucizevî güzellik olmasa bunların hiçbirine katlanmazdınız. Ama elbette hepsi de bebeğinizi kucağınıza aldığınızda unutacağınız sıkıntılar. Peki, o mutlu kavuşma anına kadar sizi neler bekliyor? What to Expect When You’re Expecting işte bu sevimli serüvenlere göz atıyor ve ebeveyn olma yolunda tecrübe edeceğiniz ilginç olayları eğlenceli bir üslupla anlatıyor. Tüm dünyada 35 milyondan çok satan ve halen hamile kadınların başucundan eksik olmayan kitap serisinin ilk romanı olan “Bebeğinizi Beklerken Sizi Neler Bekler”den uyarlanan film, beş çiftin ebeveynlik yolunda atlattıkları badirelere odaklanıyor. Kalabalık kadrosuyla dikkat çeken film birçok ünlü oyuncuyu bir araya topluyor. Jennifer Lopez, Dennis Quaid, Elizabeth Banks, Chace Crawford, Anna Kendrick, Chris Rock bu isimlerden birkaçı… Gelin beş çiftimizin hikâyesine şöyle kısaca bir göz atalım.
Jules ve Evan
TV'de oldukça popüler bir sağlıklı yaşam programında boy gösteren spor hocası Evan (Matthew Morrison) ve profesyonel bir dansçı olan sevgilisi Jules (Cameron Diaz) beş çiftimiz arasında sürpriz hamilelikten en çok etkilenen çift oluyor. Jules’in tesadüfen hamile kalması hayli aktif meslek hayatları olan çiftin yaşamlarını yeniden gözden geçirmelerine neden oluyor.
Holly ve Alex
Fotoğrafçı Holly (Jennifer Lopez) ve müzisyen Alex (Rodrigo Santoro) birkaç yıllık evli bir çift. Her ikisi de hayatın güzelliklerinin tadını çıkarmayı seven, özgür ruhlu karakterler. Çocuk yapmaya karar vermelerine rağmen başarısız olunca evlatlık almaya karar veriyorlar. Holly’nin hamile kalamıyor olmanın verdiği üzüntüyle evlatlık bebekleri için eksiksiz ve mükemmel bir hayat kurma çabası, büyümekten ve baba olmaktan korkan Alex’i geriyor.
Wendy ve Gary
Wendy de (Elizabeth Banks) Holly gibi kısırlık sorunuyla boğuşuyorr. Wendy ve kocası Gary (Ben Falcone) büyük bir dikkatle tuttukları takvim sayesinde başarılı olunca, ondan mükemmel bir anne adayı olması bekleniyor. Zira Wendy bebek bakımı konusunda anne adaylarına tavsiye veren bir uzman. Ne var ki hamilelik kendi başına gelince Wendy tamamen dağılıyor. İyi ki yanında onun bütün kaprislerini ve krizlerini olgunlukla karşılayan Gary var.
Ramsey ve Skyler
Gary’nin NASCAR pilotu olan babası Ramsey (Dennis Quaid) ve genç karısı Skyler (Brooklyn Decker) ikiz bekliyorlar. Babalık konusunda tecrübeli olan Ramsey hayli özgüvenli bir karakter. Skyler’ın hamileliği ise sorunsuz geçiyor. Skyler’ın düzgün fiziğini koruması, kendini harika hissetmesi ve hiçbir sorun yaşamaması Wendy ve Gary’nin biraz gerilmesine neden oluyor.
Rosie ve Marco
Rosie (Anna Kendrick) ve Marco (Chace Crawford) birbirlerine rakip iki hırslı şef. Tek gecelik bir kaçamak sonunda Rosie’nin beklenmedik şekilde hamile kalması ikisi için de büyük sürpriz oluyor. Rosie, Marco’nun önlerindeki süreç için bir plan yapmasını isterken ebeveyn olmaya henüz hazır olmayan Marco’un bu haberi hazmetmeye çalışması ikisini de strese sokuyor

Usta Kubrick'ten savaşa hayır


Usta Kubrick'ten savaşa hayır!
Stanley Kubrick’in 1987 yılında çektiği savaş karşıtı Full Metal Jacket’ı izlemeden önce, yönetmeni ve sinema sanatına getirdiği yenilikleri hatırlayalım…
Stanley Kubrick sinema tarihinin en önemli sinemacılarından biridir. Önemli olduğu kadar da ilginç hatta eksantrik bir sanatçıdır. Bu nedenle 2001 yılında onun hakkında çekilen Stanley Kubrick: A Life in Pictures belgeseli son derece ilgi çekicidir, göz kırpmadan izlersiniz.
Önümüzdeki yıllarda da onun hakkında yeni belgeseller çekileceğine hiç şüphe yok. Ama bir gerçek var ki, hiç biri 2008 yılında Jon Ronson tarafından çekilen Stanley Kubrick’s Boxes isimli belgesel kadar çarpıcı olmayacaktır. Çünkü bu belgesel yönetmenin hangarı andıran deposuna çeviriyor kamerayı ve bize Kubrick’in akıllara zarar kutularını gösteriyor.
O kutularda neler yok ki? Filmlerin ön hazırlık aşamalarında çekilmiş binlerce mekan ve dekor fotoğrafları, hayran mektupları ve daha neler neler.
Aşırı mükemmeliyetçi ve disiplinli oluşuyla bilinen yönetmenin, kendisine gelen mektupları bile kategorize ederek arşivlediğini biliyor muydunuz? Eğer bu belgeselde konu edilen kişi Stanley Kubrick olmasaydı, belgeseli izledikten sonra bir delinin hem de katıksız bir delinin belgeselini izlediğimizi düşünebilirdik.
Peki onu anlatmaya nereden başlamalı?
Stanley Kubrick’in beyazperdenin önemli hikâye anlatıcılarıyla ortak bir özelliği vardır. Kubrick kariyeri boyunca iyi hikâyelerin izini sürdü ve önemsediklerinin beyazperde adaptasyonlarını çekti. Lolita bir Vladimir Nabokov uyarlamasaydı. Bilimkurgu filmi 2001: A Space Odyssey, Arthur C. Clarke’ın kısacık bir hikâyesinden uyarlandı.  Türler üstü bir film olan A Clockwork Orange ise Anthony Burgess’ın ‘tokat gibi’ eserinden uyarlanmıştı. Tabii ki Shining’in çıkış noktası olan Stephen King romanını da unutmamak lazım…
Türünün önemli örnekleri arasında yer alan bu eserleri uyarlarken, sadece bir hikâye anlatıcısı olarak kalmaması ise onu diğerlerinden ayırıyordu. Kubrick ele aldığı hikâyeyi filmleştirirken, en ince ayrıntısına kadar hesaplanmış bir dünya kurardı. Bu dünyanın kusursuz olması için kamera önüne geçen oyuncudan en iyi performansı alabilmek için yüzlerce kez tekrar yapardı (bu duruma isyan eden oyuncular da oluyordu haliyle). Kubrick tür sinemasını çok önemsemiş ve bilim kurgu/korku gibi türlere damgasını vuran, türü temize çeken filmlere imza atmıştı.
SAVAŞAN İNSANIN PSİKOLOJİSİ
Stanley Kubrick 1980 yılında tüm zamanların en iyi korku filmleri arasında kabul edilen The Shining’i çektikten sonra, uzun bir hazırlık sürecine başlar ve 1987 yılında Full Metal Jacket’ı çeker. Bu defa savaş filmleri içinde bir alt tür olarak kabul edilebilecek ‘Vietnam savaşı filmleri’ türünde kabul edilebilecek bir film ortaya koyar. Ama Kubrick’in derdi daha çok savaşın insan psikolojisi üzerindeki etkilerini incelemektir.
İki bölümden oluşan Full Metal Jacket’ın ilk bölümü bir grup gencin savaşa hazırlanma süreçlerini ortaya koyar. Sert bir komutan (kusursuz performansıyla R. Lee Ermey) önderliğinde gençler duygularından, zayıflıklarından ve içlerindeki kuşkudan uzaklaşabildikleri oranda birer savaş makinesine dönüşürler. Bunu becerebilenler çoğunluktadır, ama beceremeyenler için eğitim öz yıkımla sonuçlanacaktır. Filmin ikinci yarısında ise dünün çocukları olan savaş makinelerinin savaşla imtihanını izleriz. En büyük sınavı savaş sahasında verirler
Kubrick, savaş karşıtı klasik bir savaş filmine imza atmamıştır. Alıştığımız şekilde savaşın kötülüklerini göstermekle kalmaz, savaşa yollanan/savaşan insanın geçirdiği değişimi de gözler önüne serer. Gözünü kırpmadan karşısındaki insanı öldürebilen askerin daha bir kaç ay önce masum bir çocuk olabileceğini hatırlatır. Savaş filmlerinden hoşlanmıyorsanız bile Full Metal Jacket’ı izlemeye çalışın; barışın ne kadar önemli bir kavram olduğunu bir kez daha anlayacaksınız

Bunun adı aşk savaşı


BUNUN ADI AŞK SAVAŞI
Çok yakın iki dost ve iş ortağı olan iki CIA ajanı aynı kadına âşık olursa ne olur? Reese Witherspoon, Chris Pine ve Tom Hardy'yi bir araya getiren This Means War, (İyi Olan Kazansın) düşman ülkeleri dize getiren iki azılı ajanın aynı kadını elde etmek için verdiği kıyasıya mücadeleyi anlatıyor.
“Supernatural”, “Nikita” gibi başarılı dizilerin de yapımcılığını üstlenen MCG'nin yönettiği This Means War, hem sıkı aksiyon içeren ajan filmlerinin takipçilerine, hem de tutkulu aşkları konu alan romantik komedi sevenlere hitap edecek bir film. This Means War, iki adam ve bir kadın arasında yaşanan bir aşk üçgenini anlatıyor. Fakat bu sefer durum biraz daha farklı, çünkü aynı kadın için çarpışan filmin iki esas adamı da CIA ajanı... Hal böyle olunca da rekabet farklı bir boyuta taşınıyor. Esas kızı kapmanın peşindeki ajanlarımız, casusluk becerilerini ve son teknoloji silahları bu sefer birbirlerini sabote etmek için kullanıyorlar. Elbette amaç rakibi alt edip, yarışta öne geçmek ve kızın kalbini çalmak. Er ya da geç içlerinden biri oyun dışı kalacak. Bakalım bu yarışın galibi kim olacak?
Savaş başlasın!
Sıkı dost olan iki CIA ajanı FDR Foster ve Tuck Hansen, önemli bir görev için Hong Kong’a giderler. Burada, kitle imha silahı satın almanın peşindeki uluslararası bir suçlu olan Karl Heinrich’in peşine düşecekler. Ancak operasyon sırasında işler çığrından çıkar ve Heinrich’in ağabeyi Jonas hayatını kaybeder. Operasyonu tamamlayan ajanlarımız Amerika’ya geri dönünce, patronları Collin sonları bir süreliğine sahadan çeker. Tam bir kadın düşkünü olan FDR gerçek hayatta kendini gemi kaptanı olarak tanıtarak kimliğini gizlemektedir. Katie adında eski bir eşi ve Joe adında küçük bir oğlu olan Tuck’ın düzmece mesleği ise seyahat acenteliğidir. Yalnızlıktan bunalan Tuck, online bir çöpçatan sitesine kaydolur ve bir şirkette ürün testi yapan Trish ile tanışır. Buluşan ikili güzel vakit geçirirler. Kısa bir süre sonra bir mağazada Lauren’ı gören FDR, kim olduğunu bilmediği güzel kadına kur yapar ve onu buluşmaya ikna eder. Ancak aralarında bir tartışma yaşanır. Bu sırada Lauren’ın eski erkek arkadaşı ve yeni nişanlısıyla karşılaşırlar ve Lauren, eski sevgilisine hava atmak için FDR ile tutkulu bir birliktelik yaşıyormuş gibi davranır. Bu sırada başta pek de hoşlanmadığı FDR’den etkilenen Lauren’ın kafası karışmıştır. Yakın bir arkadaşının tavsiyesi üzerine her ikisini de tanımaya karar verir. Bu sırada FDR ve Tuck aynı kadınla flört ettiklerini fark ederler ve aralarında bir anlaşma yaparlar. İkisi de onun için savaşacak ve sonunda iyi olan kazanacaktır. Elbette iki ajan da bu süreçte casusluk kabiliyetlerini konuşturmaktan geri durmazlar. Bu sırada Heinrich intikam için peşlerine düşmüştür ve Trish’in hayatı da tehlikededir.

Gerçek aşk işte böyle bir şey


Gerçek aşk işte böyle bir şey!
Mendillerinizi hazırlayın! 14 Şubat akşamı Moviemax Stars HD ekranlarında dokunaklı, hazin ve insanın içine işleyen bir aşk hikâyesi izleyeceksiniz.
Bir an için şiddetiyle, tutkusuyla, gücüyle insanı sarsan, sersemleten bir aşk düşünün. Zamana, kötü tesadüflere, mesafelere direnmiş; sahici ve tılsımlı bir aşk. Ne pahasına olursa olsun ayakta kalabilmiş, sadece kimi şanslıların kapısını çalan… “The Notebook” hepimizin hayalini kurduğu böylesi bir aşkın hikâyesini anlatıyor işte. Nicholas Sparks'ın romanından uyarlanan Nick Cassavetes'in yönettiği film, aşkın gücü ve anlamı üzerine etkili cümleler kuruyor. Başta zengin kızla, fakir oğlanın aşkı olarak başlayan hikâye, uzun yıllara yayılan destansı bir aşk öyküsüne evriliyor.
Noah ve Allie'nin aşkı bir yanıyla gerçekçi, bir yanıyla da son derece masalsı… 1940’lar ve bugün arasında gidip gelen aşk hikâyesi birçok karmaşık duyguyu aynı anda yaşatıyor ve insan kendini şu soruları sorarken buluyor: Gerçek aşkın karşısında ne durabilir? Ayrılık, hastalık, ölüm? Birbirine sonsuza dek bağlanmış iki insanın aşkı, fani dünyada “ölümsüzlüğü” yakalamak değil de nedir ki?
Aşkın ve bağlılığın gücü…
Ailesiyle birlikte Güney Carolina’daki yazlık malikânelerine gelen on yedi yaşındaki Allie, bir karnavalda şehrin yakışıklı delikanlılarından biri olan Noah ile tanışır ve ikili tutkulu bir yaz aşkına yelken açarlar. Noah, Allie’yi terk edilmiş bir eve götürür ve ona bir gün bu evi onun için satın alacağını söyler. Ne var ki saatlerdir Allie’den haber alamayan ailesi polis çağırmış, dört bir yanda genç kızı aramaktadır. Noah ve Allie şehre geri dönerler ve basit bir kasaba delikanlısı olan Noah’ı Allie’ye yakıştıramayan ailesi, bu aşkı engellemek için genç kızı da yanlarına alarak Charleston’daki evlerine dönerler.
Noah bir yıl boyunca her gün Allie’ye mektup yazar, ancak Allie’nin annesi Anne, bu mektupları kızından saklar. Her ikisi de olanlardan habersizce birbirinden ümidi keser ve kendi yaşamlarına devam etmeye karar verirler. Noah, İkinci Dünya Savaşı’nda savaşmak için orduya yazılır. Allie ise yaralı askerlerin tedavi edildiği bir hastanede gönüllü olarak çalışmaya başlar. Allie bu sırada yakışıklı, çekici ve zeki bir genç avukat olan Don ile tanışır ve nişanlanır. Noah savaştan dönmüş, babasının bıraktığı mirasla yıllar önce Allie için alacağına söz verdiği evi satın almıştır. Bu sırada Allie gazetede Noah’ın evi satın alıp yenilediği haberini okuyunca Seabrook’a Noah’ı ziyaret etmeye gider. Yıllar sonra aralarındaki aşk yeniden alevlenecektir.
“The Notebook” 1940’lardan günümüze uzanan ve bazı anlarıyla hayli dokunaklı bir aşk hikâyesi… Aşk, bağlılık, hafıza ve anılar hakkında tanık olacağınız en güzel öykülerden birini anlatıyor. Filme adını veren not defterinin de hayli önemli bir işlevi var ama dilerseniz bu ayrıntıyı buradan paylaşmayalım. 14 Şubat gecesi sevgilinize sarılarak izlemenizi şiddetle tavsiye ediyoruz.

 
Copyright © 2013. Digitürk Avcılar - İletişim e-mail: seo.istanbul.tr@gmail.com
Template Creating